Serdar Turgut: Onları izlemek bir zevkti!
(3 Kasım 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi'nden)

 

ADAM benimle aynı otobüse bindi. Gitti, otobüsün camına çizilmiş, üzerine ‘‘X’’ işareti çekilmiş olan bir cep telefonu figürünün tam önüne oturdu.

Sonra gayet tabii ki cebinden telefonunu çıkardı ve oynamaya başladı.

Telefon tuşlarına basıyor. Her basışta ‘‘bip, bip’’ diye ses de çıkıyor. Ya birileriyle konuşuyor, ya da mesajlar çekiyor.

Çok mutlu da oluyor her bip sesini duyunca.

* * *

Bu gibi durumlarda normal olarak, bu tür şeyleri yapanların sözle ikaz edilmesi gerekiyor.

Üstelik de nazik olacaksınız onları uyarırken. Yani, ‘‘Onun bunun çocuğu, telefonunu o kadar çok seviyorsan al da sok bir yanına’’ filan gibi böylesine durumlarda felsefi açıdan çok daha anlamlı ve doğru olan lafları etmeyeceksiniz.

Toplum içinde davranış kurallarıyla ilgili cep kitapçıklarında böyle yazıyor.

Ancak ben konuşma yanlısı değilim.

Artık tükendim ben.

Tek bir laf bile edemem bu insanlara. Herkesin de benim gibi düşündüğüne eminim; çünkü insan bir süre sonra bu tiplerin sayısının fazlalığı nedeniyle savaşma gücünü yitiriveriyor.

Dünyadaki her kültürde ‘‘telefonla konuşma lan ayı’’ anlamına gelen bu işaretin tam önüne oturup da aynen cep telefonuyla oynamaya başlayan bir kişiye, sözel olarak herhangi bir konuyu anlatabilmek mümkün değildir, bunu bilin.

Yapılacak tek şey var.

Arkasından sessizce yaklaşacaksınız ve saçından tuttuğunuz gibi kafasını camdaki ‘‘telefonla konuşma lan ayı’’ işaretinin tam göbeğine vurmaya başlayacaksınız.

Kural bilmeyen insanlar kuvvetli de olurlar doğru, ama korkmayın; çünkü bu sürpriz bir atak olacağından kafasını koruyabilmesi, size karşı koyabilmesi mümkün değildir.

Kafası parçalanıncaya kadar vurun. Beyin çıkmayacaktır içinden bu kesin, ama olsun, işiniz bittikten sonra da elindeki telefonu alın ve ağzına sokun.

Mafya stili bir infaz olsun. Daha sonra olay yerine gelecek yetkililer vahşeti görüp de şaşırdıklarında, en azından olan bitenin bir mantıki açıklaması olduğunu kavrasınlar.

* * *

İş çıkışı saati olduğu için otobüsle gideceğim yere 1 saat 35 dakikada vardım. (Ertuğrul Özkök'e not: Yalvarıyorum, bir kere bin şu otobüse ya! Vallahi bak hayata bakışın radikal olarak değişecek. Bak korkuyorsan, ‘‘Bunca seneden sonra nasıl davranacağımı bilemem’’ dersen, söz veriyorum ben de gelirim seninle.)

Size yeminle söyleyeyim, adam bu zaman süresince bir dakika bile cep telefonunu elinden bırakmadı.

Yanında bir başka dallama daha var, arkadaşı... Arada onu dürtüyor dirseğiyle, telefona bakıp gülüyorlar. Kıh kıh kıh, keh keh keh...

Bir ara yanındaki dallama aldı telefonu, bir numarayı çevirdi ve ‘‘Alu, kimsin? Ne yapıyorsun?.. Haydi görüşürüz’’den oluşan bir sohbet yaptı.

Ben onun kelime hazinesinin bu kadar zengin olmasına şaşırdım doğal olarak.

Sonra ikisi yine gülüşerek, oynaşarak cep telefoncuklarıyla uğraşmaya başladılar.

* * *

Ben ilk sinir dalgam geçtikten sonra bir anda müthiş bir hızla sakinleştim.

İkisini gülümseyerek izlemeye başladım.

İlk sinirimin nedeni, onları insan olarak kabul etmemden kaynaklanıyordu.

Bu son derece yanlış bir değerlendirmeydi.

Açıkça görülmekteydi ki, bu ikisi evrim sürecinin henüz başında olan birer orangutandılar.

Olaya böyle bakınca iş sinirlendirici olmaktan çıktı, hatta son derece eğlendirici de oldu.

Evet, bu ikili ellerindeki muzu paylaşmakta zorluk çeken iki orangutandı.

Birbirlerine dirsekler vuruyorladı. Biraz sonra kafalarını kaşıyarak otobüsün içinde zıplamaya başlayacaklardı.

İyi ki akşam, içki yanında yemek için fıstık almıştım marketten. Onları besleyecektim. Ben hayvanların aç kalmasına hiç dayanamam.

Yolculuk biraz daha uzun sürseydi orangutanlar birbirlerinin bitlerini de ayıklayacaklardı mutlaka, ama bu gösteriyi kaçırdık.